Guguk Kuşu
“Bu dünya… güçlülerin dünyası arkadaş! Var oluş ritüelimizin temelinde, güçlünün zayıfı yutarak daha da güçlenmesi yatıyor. Buna göğüs germeliyiz. Doğrusu da bu zaten. Doğal dünyanın bir kanunu olarak kabul etmeyi öğrenmeliyiz bu gerçeği. Bir tavşan bu ritüelin içindeki rolünü kabullenir ve kurdu güçlü beller. Kurt yakınındayken tavşan kendini savunmak için sinsileşir, korkaklaşır, atikleşir, kendine delik kazar ve saklanır. Böylece sebat eder ve hayatını sürdürür. Yerini bilir. Kurda asla ve asla meydan okumaz. Akıllılık olur mu hiç öylesi? Söylesene, olur mu?”
Amerikalı yazar Ken Kesey’nin en önemli eseri kabul edilen ve aynı isimle sinemaya uyarlandığında büyük ses getiren Guguk Kuşu, en kısa tabirle, bir düzene başkaldırma hikâyesidir. Akıl hastanesindeki mahkûmlar onca yıldır kendilerine dayatılan düzeni açıkça sorgulamaya başladıklarında her şey hızla değişime uğrayacaktır…
“Muhteşem bir ilk roman… İnsanın içindeki iyilik ve kötülüğe dair sağlam, samimi bir hikâye… Kesey’nin bu kitabı, orta düzeyde kültürlü bir toplumun ‘kurallarına’ ve bunları dayatan görünmez ‘hükümdarlara’ karşı atılan bir başkaldırı çığlığı niteliğinde.”
Time
Yeraltı Sakinleri
Başlangıçta dostluk vardı; ortak hazların, ortak heyecanların kaynağı… Sonra edebiyat, sonra şiir, sonra sanat, sonra geceler, sonra arayış, sonra hezeyan. Hep ama hep aşk vardı, objesi olsun olmasın, oradan oraya savrulmalar, dostlardan alınan ilham, bebop tınılarının ritmi. Başında da sonunda da coşku vardı; yaşamın yakıtı, varlığın sebebi.
San Francisco’nun yeraltı sakinleri yaşamın kıyısında, tüm o cazın tam ortasındaydılar, gece ya da gündüz, daima, sokaklarda, aydınlıkta, karanlıkta ve pek tabii yatak odalarında, yaşamın özünü kavramanın peşinde… Mardou diye bir kadın vardı; sonra yalnızlık ve aşk, hayallerin inşası ve yıkımı, yaşamın sarsıcı fakat olağan döngüsü.
Edebiyatın yaşamdan beslenmesi gerektiğini savunan Kerouac, Ginsberg’den Burroughs’a Beat kuşağının nice figürünün uğradığı Yeraltı Sakinleri’ni üç gün üç gecede, adeta nefes nefese yazdı, ama en baştan başlamak, hakikati salıvermek gerek şimdi… Gerçeği yanan bir ateş gibi diri, yüreğin sesini dürüst kılmak gerek. Bu hikâye aşka ve yaşama dair, esrimelerin ya da yanılsamaların en güzeli.
Johnny Silahını Kaptı
İçlerinden bebekler gibi ağlayarak öldüler hepsi de. Uğruna öldükleri, uğruna savaştıkları şeyi unuttular. İnsanın anlayabileceği şeyleri düşündüler. Bir arkadaş yüzünün hasretiyle öldüler. Bir ana, bir baba, bir kadın ve bir çocuk sesini duymak için inleyerek öldüler. Doğdukları yeri son bir kere daha görmek, son bir kere daha görebilmek için yürekleri acıyarak öldüler. Yaşamak için derin iç çekişlerle, sızlanarak öldüler. Neyin önemli olduğunu biliyorlardı. Hayatın her şey demek olduğunu biliyorlardı. Hıçkırıklar içinde haykırarak öldüler bunun için. Ölüm anlarında kafalarından geçen tek cümle; “Yaşamak istiyorum, yaşamak istiyorum, yaşamak istiyorum” olmuştu…
Bu sıradan bir savaş değildi. Bu, dünyayı demokrasi için güvenli bir yer haline getirmek için yapılan bir savaştı. Ve eğer demokrasi güven içinde olursa, bu uğurda kaybedilen hiçbir şeyin bir değeri olmayacaktı milyonlarca ölü bedenin ya da binlerce heba olmuş yaşamın… Bu sıradan bir roman değil. Bu roman sarsıcı, vahşi, korkutucu, dehşetli, sert, merhametsiz, vicdansız ve iğrenç… ne yani savaşın kendisi de öyle değil mi?
Çıplak Şölen
Yayımlandığı günden bu yana dünya edebiyatındaki tüm dengeleri, biçemi, yerleşik kalıp ve anlayışı değiştirmiş, Amerikan kültürünün kalbine saplanmış bir bıçak: Çıplak Şölen. Beat Kuşağı’nın önde gelen ismi; kurgunun en keskin, en tuhaf zekalarından biri olan William S. Burroughs, yalnızca yüzeysel, verili ve görünenle yetinmeyip, altında yatan “gerçeği” bulmak adına zorlu katmanların arasına dalmaya cüret edebilen okuru sıra dışı bir eyleme davet ediyor.
“Çıplak Şölen bir kılavuz, bir Nasıl-Yapmalı kitabıdır… Kara böcek arzuları uçsuz bucaksız başka-gezegen manzaralarına açılır… Cebir kadar çıplak soyut kavramlar daralıp kapkara boka veya bir çift buruşuk cojonese dönüşür… Nasıl-Yapmalı, uzun koridorun sonundaki kapıyı açmak suretiyle deneyim seviyelerini genişletir… Yalnızca Sessizlikte açılan kapıları… Çıplak Şölen, Okur’dan Sessizlik talep etmektedir. Yoksa kendi nabzını tutacaktır…”
Bir Yerde
Bir Yerde, uluslararası ünü sahip bir yazarın en popüler ve en dikkat çekici eserlerinden biridir. Bu, Chauncey Gardiner‘in, nam-ı diğer Chance‘ın öyküsüdür. Chance aynı zamanda Başkanlık Politika Danışmanı ve medya ilahı da olan Wall Strettli bir işadamının tahtının varisi olarak çıkıveren bilmece gibi seçkin bir adamdır. Gerçekte “niteliksiz bir adam” olan Chance‘ın sokaktaki adımı ilgilendiren konulara ilişkin görşüleri sarsıcıdır. Ancak her ne kadar, herkes ondan alıntı yapsa da, hiç kimse gerçekten ne dediğini anlamamaktadır. Ve de geçmişindeki boşlukları doldurmak olanaksız gibidir. Bir Yerde, Amerikan medya kültürüne dair bir taşlamadır.
Algı Kapıları
Yayınlandığı günden itibaren tüm dünyada olağanüstü bir ilgi gören Algı Kapıları, ele aldığı konu bakımından benzersizdir. Huxley bu kült kitabında insan algılarının boyutlarını, görsel algıyı olağanüstü biçimde açan meskalin üzerinde özellikle durarak, onu bizzat kullanarak inceler; deneyimlerini müthiş bir gözlem gücüyle gerçeğe olabildiğince yakın, hatta zaman zaman onu aşarak betimler ve bize gerçeğin yeni bir boyutunu, bilincimizin, aslında bir şekilde hep bildiğimiz, ama pek göremediğimiz “karşı kutbunu”, “öteki tarafını” gösterir; oraya geçmek için tarih boyunca kullanılmış farklı araçları, geliştirilmiş farklı yöntemleri anlatır.
Dolayısıyla Algı Kapıları, resimden müziğe, bir kır manzarasından karanlıkta oynaşan ışıklara kadar birçok farklı araçla da ortaya çıkabilen farklı bir algı durumunun, yazarın deyimiyle “kendinden geçmenin” benzersiz bir analizini sunuyor.
Gerek Algı Kapıları, gerekse yazarın daha sonra bunun devamı olarak yazdığı Cennet ve Cehennem, bu “kendinden geçme” halinin, gündelik yaşamın ötesindeki bir dünyaya açtığı kapılar üzerine yazılmış iki temel ve klasikleşmiş deneme…
Çıplak ve Ölü
Pulitzer ve Légion d’Honneur ödüllü ABD’li romancı Norman Mailer’ın, uçak mühendisi olmak için girdiği Harvard Üniversitesi’nde okurken askere alınarak cepheye gönderilmesinin ardından 25 yaşında kaleme aldığı ilk romanı Çıplak ve Ölü “İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan en iyi roman, belki de tüm savaşları anlatan en iyi roman” olarak değerlendiriliyor.
Mailer, Pasifik Cephesi’nde, Japonların elindeki Anapopei adasına yapılan çıkarma sırasında Amerikan askerlerinin yaşadığı büyük korkuları ve acıları anlatırken, savaşın boşunalığının altını çizer. Askerlerin canları pahasına gönderildiği bu adanın aslında stratejik bir önemi yoktur; âdeta ölmeye gönderilmişlerdir. Ustaca kurgulanmış ve son derece gerçekçi bir dille yazılmış roman, savaşın topyekûn felaket olduğunu gösterir. Her biri ayrı bir romanın kahramanı olacak derinlikte işlenmiş karakterlerin içindeki umut ise onların ölüm makineleri değil, insan olduklarını hatırlatır. Tüm dünyada en çok okunan savaş romanlarının başında gelen Çıplak ve Ölü, cepheden sağ dönebilmiş bir yazarın savaş karşıtı güçlü manifestosudur.
“Çıplak ve Ölü’yü hâlâ seviyorum. Meziyetleri de kusurları da var, ama aynı zamanda arındıran, hatta canlandıran bir Tolstoycu şefkat dokunuşuna sahip ve bu sayede, ara sıra dönüp birkaç sayfa okuduğumda hepimiz için umutlanmamı sağlıyor. Öyleyse izninizle, tüm sayfalarını okuyacak birinin orada fazlasıyla umut bulacağını varsayacağım.”
Norman Mailer
“İşte acımasız, tedirgin edici, yer yer sinirlendirici ama unutulmaz bir kitap. Çıplak ve Ölü savaşın korkunçluğunu veriyor yalnızca. Çünkü dehşetini, gereksizliğini ve boşluğunu göstermeden savaştan gerçekçi olarak söz etmek olanaksızdır.
Andre Maurois
Sırf Anarşi
Sonunda işyerime varıp gecikmemin sebebini anlatmak üzere patronum Bay Muchnick’e yaklaşıyordum ki, kütlem giderek büyümeye başladı. Ne yazık ki o, bunu isyan olarak algıladı. Işık hızıyla karşılaştırıldığında zaten çok küçük olan maaşımdan bu gecikmenin kesilmesi hakkında çok tatsız bir tartışma geçti aramızda. Aslına bakarsanız, Andromeda galaksisindeki atomların sayışma kıyasla, çok az para kazanıyorum. Bunu Bay Muchnick’e anlatmaya çalıştığımda bana, zaman ve uzayın aynı şey olduğunu hesaba katmadığımı söyledi. Durumlar değişirse maaşıma zam yapacağına yemin etti. Zamanın uzayla aynı şey olmasının en iyi tarafı, evrenin uzak köşelerine kadar yolculuk yapıp dönerseniz ve bu yolculuk üç bin yıl sürerse, dünyadaki tüm arkadaşlarınız ölmüş olması ama sizin botoksa ihtiyacınız olmaması.
Şeylerin parçacıklardan mı, dalgalardan mı oluştuğu tartışmasında Lola kesinlikle dalgalardan oluşmuştu bir kere. Attığı her adımda kadının dalgalardan ibaret olduğu anlaşılıyordu. Kanmda da parçacıktan çok dalga var ama onun dalgaları durulmaya başladı. Belki bizim hanımda çok fazla kuark vardır. Aslına bakarsanız, bizimki bir kara deliğin etki sınırına çok yakın geçmiş de, bir bölümü -ama kesinlikle tamamı değil- kara deliğin içine çekilmiş gibi duruyor bir süredir.
“Freud, Mahler’in bilincindeki keti kaldırarak tekrar beste yapmasını mümkün kılıyor, Mahler de bunun sonucunda kendini bildi bileli boğuştuğu ölüm korkusunu yeniyor.””Mahler ölüm korkusunu nasıl yeniyor?” diye sordum. “Ölerek. Ben çözdüm bu işi. Tek yolu sahiden bu.”Sırf Anarşi, Woody Allen’ın yirmi yıllık bir aradan sonra yayınladığı en yeni ve en son kitap. Hangisi önce geliyorsa.Trajedi beklemiyordunuz herhalde!
Dur Bir Mola Ver
Yazar bu romanda, insanın mutlu olamamasını doğadan kopmasına, kazanma hırsı, kaybetme kaygısı ve ölüm korkusu gibi “doğadışı” gerginlikler edinmesine bağlıyor. Ve bütün bunlara neden olan, ekonomiyi sağlıktan, sevgiden, hakikatten, güzellik ve seksten üstün tutan modern medeniyeti suçluyor. Emir, sansür, ödül ve ceza ile sistemi ayakta tutan politikacıların, askerlerin ve din adamlarının doğadan, dolayısıyla hayattan korktuklarını belirtiyor. Özgür ve neşeli bir hayat yerine “istikrar”ı amaçlayan bir hayata maruz kalmamızda dinin rolünü deşiyor. En istikrarlı toplumların polis devletleri olduğunu, doğanın ve hayatın istikrarlı olmadığını, istikrarın doğal olmadığını vurgulayarak dinin Cennet ödülü ve Cehennem cezası ile istikrarı sağlamaya çalıştığına dikkat çekiyor.
Çingene ruhlu Amanda ile davulcu ve heykeltıraş Ziller başka bir hayat yaşamaya karar verir. Yol kenarında bin bir çeşit insanın uğrayıp mola verdiği, sosis ve sebze/meyve suyu satılan, bale kıyafeti giymiş pirelerin gösteri yaptığı, çeçesineği ve zehirsiz yılanların sergilendiği bir dinlenme tesisi açarlar. “Ölüm korkusu köleliğin başlangıcıdır” diyen, hayatta aslolanın “üslup” olduğuna inanan renkli ve şehvetli Amanda, “şeytanın meyvesi” mantarlara, böceklere ve çiçeklere karışır… Bütün yolculuklarını kaynağa doğru yapan, yaratılıştaki ritimle müzikteki ritmi bağdaştıran Ziller ise yabani, yarı çıplak, sessizce ortalıkta dolanır… Tarihi Batı kültüründen çok daha eski olan Hint, Tibet, Afrika kültürleri ile pagan dünyayı hatırlayarak yaşarlar…
Kaybetmekten ve kazanmaktan öte bir hayat arayanlara…
Kafeslerimin Listesi
Dokuz yaşında anne babasını kaybeden Julian, önce kendisinden dört yaş büyük Adam ve annesinin yanına verilir. Fakat eniştesi bir süre sonra onu yanına alır. Ve beş yıl boyunca Adam’ı hiç görmez. Sonra bir gün yeni başladığı lisede karşılaşır Adam’la.
Aralarında yeniden kurulan güçlü bağ Julian için yalnızlığının sonudur bir nevi. Mutsuzlukları, acıları dinmese de onu koruyup kollayan, onunla dost olan biri vardır hayatında yeniden. Ürkek, çekingen, hayal kurarak korkularından sıyrılmaya çalışan Julian ve hiperaktif, etrafına neşe saçan Adam’ın kurduğu güçlü bağ, sadece gençlerin değil yetişkinlerin de hayatına dokunacak!
Bunu ekleyebiliriz: “Çok etkileyici… Robin Roe’nin kahramanlarının iyiliği karşısında hiçbir kötülük duramıyor. Kitaptaki asıl ders ise şu: Her iyilik önemli ve her zaman iyiliği seçme şansımız var!”
The New York Times